SON DAKİKA

logo

ANSİAD'DAN SEÇİM DEĞERLENDİRMESİ

2023 Türkiye genel seçimleri, 14 Mayıs 2023 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 28. döneminde 600 milletvekilinin belirlenmesi ile gerçekleşmiştir. 2023 Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu aynı gün gerçekleşmiş olup ikinci tura kalan seçim 28 Mayıs 2023’te Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden seçilmesi ile sona ermiştir. 

Öncelikle Antalya Sanayici ve İş İnsanları Derneği (ANSİAD)’ın, bağımsız bir sivil toplum örgütü olduğunu bir kez daha kamuoyuna hatırlatmayı bir görev olarak görüyoruz ve ANSİAD olarak bugünden itibaren Türkiye’nin seçim havasından çıkması ve hızlı bir reform döneminin başlaması gerektiğini düşünerek bu basın açıklamasını 29.05.2023 Pazartesi günü (bugün) sizlerle paylaşıyoruz. 

“Önerilerimiz siyaset üstü niteliktedir”

Türkiye, uzun, yorucu, gergin bir seçim sürecini nihayet tamamlamış bulunmaktadır. Önerilerimizi seçim sonucunu bilmeden hazırladık, çünkü bizim önerilerimiz siyaset üstü niteliktedir, ayrıca demokrasi seçimden ibaret olmadığı gibi, devletlerin ve milletlerin kaderi de seçim sonuçlarına bağlı değildir. Milli bir devletin politikaları seçime, kişilere göre değişemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel politikaları da Cumhuriyetimizin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk ve kurucu meclisin çizdiği laik, demokratik, sosyal hukuk devleti ilkelerinden sapamaz. ANSİAD olarak bizim söylemlerimiz, çizgimiz de her zaman bu yöndedir, değerlendirmelerimizi de döneme göre değil, derneğimiz tüzüğünde yer alan ilkelerimize göre yaparız. 

Seçimler ülkenin gelecek vizyonunun, sorunların ve çözümlerin fikir tartışması süreçleridir ve bu tür seçimler ülkeye fayda sağlar. Ancak, Türkiye’de seçimlerde fikir, sorun ve çözüm tartışması yapılamamıştır. Oysa insanlığın geleceğinin küresel ısınmaya, küresel ısınmaya bağlı büyük küresel güçlere, yapay zeka teknolojilerine bağlı olduğu, 50-60 yıl sonra hiçbir devletin tek başına sorunları çözemeyeceği bir dünyada bizim ülke olarak dünyada ses getirecek mesajlar vermemiz gerekirdi. 

“Seçim atmosferi ve siyasi gerginliklerin ekonomideki faturası artmaktadır” 

Seçimlerde beklenen İstanbul depremini, 21. yüzyıl sorunlarını, endüstri 4.0’ı, yapay zekanın geleceğini, Türk eğitim sisteminin ve milyonlarca çalışanın teknolojik değişime nasıl ayak uyduracağını, şehirlerimizin geleceğini, yeşil ve dijital dönüşümü teknolojileri konuşmalıydık. Çünkü dünya böyle giderse 2053’de dünyamız bugünkü dünya olmayacak, bugün konuşulan şeyler konuşulmayacak. Biz geleceği konuşmadığımız gibi, 10 yıldan bu yana özel sektör olarak konuştuğumuz, artık konuşmaktan vazgeçtiğimiz yapısal reformları da konuşamadık. Enflasyonu, cari açığı, döviz meselesini, konut sorununu, deprem bölgesini konuşmadık. Bunun yerine erken emeklilik gibi vaatlerle ve başka konularla dolu bir dönem geçirdik. Oysa artık bekleyecek zaman kalmamıştır. Sürekli seçim atmosferi ve siyasi gerginliklerin ekonomideki faturası artmaktadır. 

Bu noktadan hareketle ülkemizin üç eksenli bir toparlanma politikasını hızla yaşama geçirmesi için artık kaybedecek gününün kalmadığını hatırlatmak istiyoruz.  Birinci eksen demokrasimizin ve hukuk devleti temellerinin güçlendirilerek, toplumsal kutuplaşmanın giderilmesi ve ulusal birliğimizin sevgi, saygı ve 
uzlaşma kültürüyle sağlanmasıdır. Demokrasilerde seçimler toplum için hayati bir mesele olmamakta, hükümetlerin değişmesi kimsenin yaşamını değiştirmemekte, bu nedenle gerginlik de yaşanmamaktadır. Maalesef ülkemizde seçim gerginliği toplumu daha fazla ayrıştırmış ve kutuplaştırmıştır. Oysa kutuplaşma bir milletin millet olma özelliğini bile ortadan kaldırır. 

“Kalkınma ve demokrasi birbirinden ayrılmayan özdeş kavramlardır”

Ülke olarak demokrasinin seçimden ibaret olmadığını anlamalı ve demokratik kültürü ve kurumları güçlendirmeliyiz. Kalkınma ve demokrasi birbirinden ayrılmayan özdeş kavramlardır. Kalkınma, ekonomik büyüme ve milli gelir artışı değil, demokrasinin ve sosyal piyasa ekonomisinin, bütün bireylerin özgürlük ve mutluluğunu artırmasıdır. Kalkınma için üretim ve gelir artışı, fabrikalar, turizmin büyümesi yeterli olmamakta, beşeri sermaye yapısının ve kurumsal kültürün değişmesi gerekmektedir. 21. Yüzyılın dijital toplumu, geleneksel kültür ve kurumlarla değil, her tür farklılığı, aykırılığı kucaklayan, yenilikçi bilimsel kültürü özümsemiş, çoğulcu ve katılımcı kurumsal kültürle gelişmektedir. Farklı fikirlere saygı, düşünce ve ifade özgürlüğü, dünyadaki 7 milyar insanı cezbedecek nitelikte yaşam tarzı ve inanç özgürlüğü, 21. yüzyılda yaratıcı ve yenilikçi toplum ve ekonomi olmak, bölgesel ve küresel cazibe merkezi olmak için vazgeçilmez kuraldır. Bu yönde ilerleme olmadığı takdirde ülkeler orta demokrasi ve orta gelir tuzağından çıkamamaktadır.  Güçlü bir devlet ve millet olmanın ve devletin beka koşulunun demokrasi ve hukuk olduğu gerçeğinden hareketle bu konudaki eksikleri tamamlamalıyız. 

“Enflasyonun bu kadar yüksek olmasının nedeni belirsizliktir”

Hızla ele almamız gereken ikinci eksen ekonomide istikrarın sağlanmasıdır. Merkez Bankasının 2021 yılı sonundan itibaren faiz oranlarını gerçekçi olmayan bir düzeye indirmesi, liralaşma stratejisi altında kur korumalı mevduata bütçeden kaynak ayrılması ve döviz kurunun baskılanması sonucunda Türkiye’nin risk primi CDS, enflasyon, dış açık ve bütçe açığı artışları ekonomik istikrarı riske atmış bulunmaktadır. Düşük faiz uygulamasıyla son 17 ayda toplam TL krediler %130, taşıt kredileri %505, taksitli kredi kart bakiyesi %317, kurumsal kredi kartı bakiyeleri %277 artmıştır. Yüksek enflasyon ve düşük faiz herkesi kredi alarak enflasyondan kazanmaya yöneltmiş, tüketim artmış, ekonomide canlılık korunmuş, ancak bu canlanma ekonomide istikrardan vazgeçme pahasına gerçekleştirilmiştir. Enflasyon baz etkisiyle %40’lara gelmişse de ortalama enflasyon halen oldukça yüksektir ve döviz kuruyla birlikte yılın son çeyreğinden itibaren tekrar yükselme riski bulunmaktadır. Ülkemizde enflasyonun bu kadar yüksek olmasının nedeni belirsizliktir. Gelişmiş ülkelerde enflasyonun düşüşe geçmesinin nedeni merkez bankalarına olan güvendir. Bizde ise üretici ve tüccar 3 ay, 6 ay, 1 yıl sonra maliyetin ve fiyatın ne olacağını tahmin edemediği için fiyatı önden yüklemeli olarak yüksek tutmak zorunda kalmaktadır. Bu enflasyon kısır döngüsünden çıkmak zorundayız. Ülke olarak enflasyonla uzun dönemli büyümenin mümkün olmadığını, enflasyonun ekonomide verimliliği düşürdüğünü, verimsiz yatırımlara yol açtığını, sosyal adaleti, ticari ve sosyal ahlakı zayıflattığını, yani ekonomide kısa dönemli büyüme sağlasa da uzun dönemde büyümeyi aşağı çektiğini artık anlamak zorundayız. 

“Merkez Bankasının döviz rezervini tüketmiş olması ekonomiyi bir döviz krizi riskiyle karşı karşıya bırakmıştır”

Merkez Bankasının döviz rezervini tüketmiş olması ekonomiyi bir döviz krizi riskiyle karşı karşıya bırakmıştır. Dövizin sabit tutulması için kullanılan yöntemler piyasada birden fazla kur oluşmasına ve ciddi sıkıntı ve güvensizliğe yol açmıştır. Yüksek enflasyona rağmen döviz kurunun baskılanması ihracatımızı olumsuz etkilemektedir, nitekim Nisan ayı ihracatımız %17 düşmüştür. Döviz kurunu baskılamak için teşvik edilen kur korumalı mevduata bütçeden faiz ödenmesi doğru ve adaletli olmadığı gibi, sürdürülebilir de değildir. Faiz ve döviz konusunda günlük kararlar banka sistemini aşırı derecede zorlamaktadır. Piyasada faizler de artık bankaya ve kişiye bağlı çok sayıda faiz bulunmakta ve faiz oranları her gün değişmektedir. Eğer mevcut politika sürdürülürse döviz hesaplarına, döviz işlemlerine katı sınırlamalar getirilmesi, yani döviz ve sermaye kontrolü sistemine tam geçiş gerekecektir. Ancak bu tür sabit kur sistemi bu döviz rezerviyle sürdürülemez, ayrıca Türkiye’yi dünya finans sisteminden uzaklaştırır ve yabancı sermayeyi iyice caydırır. 


Her durumda eğer bir programla güven sağlanmaz ve piyasada kontrol kaybedilirse, hatta mevcut politika programsız biçimde birden bırakılırsa faiz ve dövizdeki hareket ekonomide sarsıntı yaratır, banka bilançoları kötüleşir ve kur şoku, yeni enflasyon şokuna dönüşür.  Dolayısıyla bu durumdan yeni, güçlü, güvenilir bir istikrar programı ile çıkılması zorunludur. 

“Merkez Bankası bağımsız davranarak enflasyonla mücadele programı açıklamalı”

Merkez Bankası bağımsız davranarak, yeni bir para politikasıyla enflasyonla mücadele programı açıklamalı ve faiz oranında aşamalı artış sürecini başlatmalıdır. Şu anda %60’a varan piyasa faizleri, çoklu faiz ortamının varlığı Merkez Bankası politika faizini anlamlı olmaktan çıkarmıştır. Gerçekçi olmayan düşük faiz kredi hacmi kontrolüyle ancak yürütülmektedir. Faiz ve kur fiyattır, piyasada oluşur, gerçekçi olmayan fiyatlar sürdürülemez ve ekonomiyi zayıflatır. Gerçekçi olmayan ve bütçe ödemesine dayalı düşük faiz, verimsiz yatırımı ve tüketimi teşvik ettiği için doğru uygulama değildir. Bütçeden faiz ödemesine dayalı kur korumalı mevduattan birden ve mağduriyet yaratarak değil, aşamalı olarak vazgeçilmelidir. Enflasyon ve fiyat beklentilerini çıpalamak için enerji, un, yem, gübre gibi temel girdi fiyatlarında vadeli fiyatlar açıklanmalı ve buna göre bir sübvansiyon sistemi uygulanmalıdır. 

Ekonomide hızla ele alınması gereken bir konu bütçe açığıdır. Maalesef  EYT gibi uygulamalar, kamuda kadro artışları ve deprem nedeniyle ortaya çıkan harcamalar bütçe açığını artırmıştır, artıracaktır. Dört aylık bütçe açığı 380 milyar liraya yükselmiştir, yıl sonuna kadar 1,5 trilyon liraya ulaşması mümkündür. Bu bütçe açığı zaten yüksek ve adaletsiz olan ÖTV ve KDV artışlarıyla azaltılmaya kalkılırsa enflasyon artacak ve geçim sorunu artacaktır. Bu nedenle mutlaka el atılması gereken alan kayıtdışı ekonomidir. Kayıtdışı ekonomi devletin vergi gelirini azaltmakta, SGK açığını artırmakta, haksız rekabete yol açmakta ve verimsiz işletmeleri yaşatırken  reel sektörde verimli işletmeleri zayıflatmaktadır. Kayıtdışı ekonomiyi azaltmadıkça Türkiye orta gelir tuzağından çıkamaz. Dolayısıyla bütçeye gerekli kaynak artık sadece ve sadece kayıtdışı ekonomi olmak zorundadır. Bunun için vergi sistemi reformu yapılmalı, ücretlilerin vergi yükü düşürülmeli, istihdam üzerindeki prim yükü düşürülmeli ve böylece reel sektörün de eli rahatlamalıdır. 

“Eğitim sistemimizin de artık köklü bir şekilde değişmesi gereklidir”

Rekabetçi bir ekonomi için enerji piyasamızın, bilişim sektörümüzün, finans piyasamızın, lojistik sistemimizin, organize sanayi bölgelerinin, tarımsal yönetim sistemimizin, yerel yönetim sistemimizin tümüyle gözden geçirilmesi ve kurumsal reform adımları atmamız gereklidir. 20. Yüzyıl kültürü ve kurumlarıyla 21. Yüzyıla ayak uyduramayız. 21. Yüzyıl dijital toplumu, kurumların kapsayıcı, şeffaf, bağımsız, katılımcı olması anlamına gelmektedir. Dijitalleşme teknoloji kullanmak değil, teknoloji üreten kültürü yaratmaktır. Dolayısıyla eğitim sistemimizin de artık köklü bir şekilde değişmesi gereklidir. 21. Yüzyıl için İngilizce bilen, kodlama ve yazılım bilen, yaratıcı ve yenilikçi bir genç nesile ihtiyacımız var. Bunun için sadece teknik liseler açmak yetmez, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitim sistemini değiştirmek de yetmez. Genç, yaşlı, çalışan, emekli tüm toplum yaşam boyu öğrenme kültürü, üretim kültürü kazanmalıdır. Bütün kurumlar ve şehirler insana öğreten, herkesi üretim sürecine katan yerler olmalıdır. 21. Yüzyıl ekonomisinde artık sanayi, tarım, ticaret, turizm ayrı ayrı faaliyet alanları değildir, her sektörün entegre olduğu sanayi üretimiyle hizmetin iç içe geçtiği bir ekonomidir. Artık kimyadan tarıma, sağlıktan elektroniğe her sektör derin bilimsel araştırma yenilikleriyle hızla değişecektir. 

Kentlerde dikey ve topraksız tarım, kentlerde üç boyutlu üretim mahalle içine girecektir. Buna göre bir kültür ve eko sistem kurmalıyız ki geleceğin ekonomisinde ilerleme kaydedebilelim. Böyle bir ekonomiyi 
günümüzdeki gibi merkezi bakanlık politika ve uygulamalarıyla yönetemeyiz. Yerelden ulusala uzanan, yerel ekonomiye dayalı katılımcı bir sisteme geçmeli, bunun kültür ve kurumlarını yaşama geçirmeliyiz. 

“Deprem bölgesinin yeniden inşasında acil ilerleme sağlamamız gerekiyor”
 
Acil olarak ilerleme sağlamamız gereken üçüncü eksen deprem bölgesinin yeniden inşası ve İstanbul başta olmak üzere beklenen depremlere hazırlıktır. Öncelikle, seçim süreci içerisinde Kahramanmaraş merkezli depremle ilgili birçok konunun unutulmuş olmasının normal kabul edilemeyeceğini de belirtmek isteriz. 

50 binden fazla vatandaşımızın yaşamına mal olan depremde herkesin kendi sorumluluğunu üstlenmesi ve ayrıca bütün sorumluların hesap vermesi gerektiğini daha önce de belirtmiştik. Ancak, seçim süreci maalesef deprem konusundaki duyarlılığın azalmasına yol açmıştır. Deprem yıkımında sorumluluğu bulunan müteahhitlerle ilgili yasal süreçler başlatılmış, ancak belediyelerin ve diğer kurumların sorumluluğu konusu henüz konuşulmaya başlanmamıştır.  Depremden sonra bir basın toplantısıyla düşünce ve önerilerimizi paylaşmıştık.  Depremin üzerinden aylar geçmesine rağmen beklenen depreme karşı gerekli hazırlıkların neden yapılmadığı ve deprem sonrası müdahalede neden bu kadar eksik kalındığı hususunda bir sorgulama yapılmamıştır. Deprem bölgesinde konut yapımları başlamıştır, inşaat yaparken bir yandan bölge ekonomisinin uzun vadeli bir plana göre ayağa kaldırılması, yatırımların bölgeye çekilmesi için kapsamlı bir planlama yapılmalıdır. Konut değil, kent inşa etmemiz gerektiğini, bölgesel kalkınma stratejisine göre yeni üretim merkezleri kurulmasını da önermiştik.  

Konut üretim sistemi değişmeli 

Konut üretim sistemimizin, arsa ve arazi yönetim sistemimizin değişmesi gerektiğini de   ifade etmiştik. Mevcut durumda konut üretim sistemi verimsiz, maliyeti yüksek, şeffaf olmayan, kayıtdışılığın fazla olduğu, yerel demokrasiyi zayıflatan bir sistemdir. Türkiye’nin tasarruflarını ve kaynağını israf eden, gelir dağılımında adaleti bozan sistemin ekonomik, siyasi, sosyal etkileri olumsuzdur. Bu sistemle konut maliyetleri aşırı yükselmiş ve konuta erişim neredeyse imkansız hale gelmiştir.  Türkiye’nin konut üretiminde teknoloji, tasarım, enerji gibi her boyutta yeniliklerle yeni bir yol açması gereklidir.

Bu vesile ile yeniden seçilen Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ve tüm milletvekillerimizi tebrik eder, seçim sonuçlarının vatana ve millete hayırlı olmasını dileriz.  -ANSİAD  BSN.

Kaynak : Haber Merkezi
Ekleme Tarihi : 2023.05.29 14:32:15
Son Düzenlenme Tarihi :

Yorum Yap






Ketojenik diyet, epilepsili çocuklarda nöbet kontrolü sağlıyor

Çocuk Nörolojisi Uzmanı Prof. Dr. Serdal Güngör, epilepside ketojenik diyetin önemine değinerek “Ketojenik diyetteki kişi karbonhidratlar yerine yağ yıkıcı metabolizmayı uyararak enerjiyi dışardan aldığı yağları harcayarak sağlar. Yağların yıkılması ile keton cisimleri olarak adlandırılan artıkla..

Çocuk Nörolojisi Uzmanı Prof. Dr. Serdal Güngör, epilepside ketojenik diyetin önemine değinerek “Ketojenik diyetteki kişi karbonhidratlar yerine yağ yıkıcı metabolizmayı uyararak enerjiyi dışardan aldığı yağları harcayarak sağlar. Yağların yıkılması ile keton cisimleri olarak adlandırılan artıklar kanda birikir. Bu artıklardan beta hidroksibütirik asit karaciğerde metabolize edilerek beyin tarafından enerji kaynağı olarak kullanılır” dedi.
Epilepsinin çocukluk çağında görülen nörolojik sorunlar arasında önemini korurken merkezi sinir sisteminde işlev gören nöronlarda ani, anormal deşarjlar sonucunda ortaya çıkan farklı görünümlerdeki yineleyici bozuklukların epilepsi olarak tanımlandığı bildirildi. Medical Park Antalya Hastane Kompleksi’nde görevli Çocuk Nörolojisi Uzmanı Prof. Dr. Serdal Güngör, epilepsiye ve epilepsi de ketojenik diyete değindi.

“Ne zaman tedaviye başlanır?”
Genel olarak ilk epilepsi nöbetinden sonra yüzde 30 gibi oranlarda tekrarlama görebileceğine değinen Prof. Dr. Serdal Güngör, “İlk nöbet sonrasında, çocukta tekrar riskini artıran bir durum yoksa tedavi başlamadan takibe alırız. Tekrarlayan nöbeti olanlarda önce tek ilaçla tedavi başlanır. Ancak 2-3 ilaca rağmen nöbetler devamlılık gösterirse, dirençli nöbet olarak kabul edilir. Ne yazık ki epilepsili çocukların yaklaşık yüzde 20’si hiçbir ilaca yanıt vermeyebilir. Dirençli epilepsi olgularında ketojenik diyet tedavisi kullanılacak önemli bir tedavi yöntemidir” dedi.

“Ketojenik diyet nedir?”
Ketojenik diyetin yüksek oranda yağ, büyümeyi sağlayacak düzeyde protein ve düşük karbonhidrat içeren bir tıbbi tedavi yöntemi olduğuna değinen Prof. Dr. Güngör, “Normal durumlarda beyin enerji kaynağı olarak glikoz kullanmaktadır. Ketojenik diyette vücutta glikoz yerine yağların kullanımına geçiş olmaktadır. Vücudun birincil metabolizmasının, glikoz kullanımından yağ temelli enerji kaynağına dönüşümü nöbetlerin kontrol edilmesini sağlamaktadır. Vücut enerjiyi karbonhidratlar, yağlar ve proteinler gibi 3 temel gıda kaynağından alır. Günlük kalori alımın önemli kısmını karbonhidratlar oluşturur. Vücut bu karbonhidratları enerji üretimi için glikoza dönüştürür. Açlıkta olduğu gibi glikoz desteği sınırlı olur ise vücut enerji için yağları yakmaya başlar. Ketojenik diyetteki kişi karbonhidratlar (glikoz) yerine yağ yıkıcı metabolizmayı uyararak enerjiyi dışardan aldığı yağları harcayarak sağlar. Yağların yıkılmasıyla keton cisimleri olarak adlandırılan artıklar kanda birikir. Bu artıklardan beta hidroksibütirik asit karaciğerde metabolize edilerek beyin tarafından enerji kaynağı olarak kullanılır” diye konuştu.

“Ketojenik diyetin etki mekanizması nedir?”
Diyetin etki mekanizması ile ilgili farklı görüşler ve çalışmalar olduğunun altını çizen Prof. Dr. Serdal Güngör, “Uzun süreli ketozis sonrası yağ asitlerinin, beyin enerji depolarına, hücrelerin enerji kaynağı olan mitokondrilere ve hücre yenilenme yolaklarına etkileri vardır. Diyet sadece nöbet önleyici değil, aynı zamanda çeşitli nörolojik ve davranışsal bozuklukların tedavisinde rol oynayan nörotransmiterlerin seviyelerini etkiler. Beyinde çeşitli nöromodülatörlerin etkisini düzenler. Nöbet duyarlılığını değiştirmede nöronlar ve onları destekleyen hücresel metabolizmaya duyarlı yolakları etkiler” dedi.

“Ketojenik diyet kimlere uygulanabilir?”
Ketojenik diyetin günlük nöbetleri olan, en az iki ilaç tedavisine rağmen nöbetleri kontrol altına alınamayan ve cerrahi şansı olmayan dirençli epilepsilerde tedaviye alternatif bir seçenek oluşturduğunun altını çizen Prof. Dr. Güngör, “Diyetin çok yararlı olduğu bilinen bazı hastalıklarda da olabildiğince erken başlanması önerilmektedir. Bu özgün hastalıklar arasında GLUT-1 eksikliği, piruvat dehidrogenaz eksikliği, infantil spazm (West sendromu), Dravet sendromu, Doose sendromu, Rett sendromu, tuberosklerozis kompleks, mitokondriyal hastalık ve çoğunlukla hazır mama tüketen çocuklar sayılabilir. Ketojenik diyet her çocuk için özel olarak hazırlanır. Diyet bu konuda deneyimli çocuk nöroloji uzmanı ve bu alanda eğitim almış bir beslenme uzmanı tarafından yakın izlemle takip edilmelidir” şeklinde konuştu.

“Ketojenik diyet başlanmasında yaş önemli mi?”
Küçük yaştaki çocuklarda daha iyi nöbet kontrolüne eğilimi olduğunu söyleyen Prof. Dr. Güngör, “Literatürde erken yaşta başlanan hastaların daha fayda gördüğü bildirilmektedir. Bununla birlikte, ergenlik döneminde ve hatta erişkinlerde de kullanılabilir. Diyete başlanmadan önce ketojenik diyet ekibiyle ailenin beklentisinin tartışılması, ketojenik diyetin başarısını etkiler. Her çocuk için beklenti gerçekçi bir şekilde saptanmalı ve minimum 3 aylık tedaviden sonra tedaviye devam kararı tekrar değerlendirilmelidir. Aileye ketojenik diyet eğitiminde öğünlerin hazırlanması, hasta olunduğunda nasıl yönetileceği, besinsel eklemeler öğretilir. Uzun ve kısa sürede meydana gelebilecek yan etkileri aileye belirtilir ve tedaviye başlanmadan önce onam formu alınır. Ketojenik diyette başarının anahtarı ailenin diyete uyumudur. İyi bir diyet uygulaması ve takibi ile çocuğun nöbetlerinde azalma olabilir, algılarında ve motor becerilerinde artış gözlenebilir” dedi.

“Ketojenik diyetin etkisini ne kadar sürede anlarım?”
Her çocuğun metabolizmasının farklılık göstereceğini söyleyen Güngör, “Bazı çocuklarda keton kısa sürede istenilen düzeye ulaşırken bazılarında bu süre daha uzun sürmektedir. Ketojenik diyetin tam etkinliği için diyet en az 3 ay süreyle uygulanmalı, diyet iyi ilerliyorsa 2 yıl devam ettirilmelidir. 2 yılın sonunda nöroloji uzmanının değerlendirmesiyle sonlandırılmalı veya devam edilmelidir” şeklinde konuştu.

“Ketojenik diyet alan çocuğun takibi nasıl yapılır?”
Ketojenik diyet alan çocuğun birinci ay sonunda ve devamında en az 3 ay aralıklarla nöroloji uzmanı tarafından takip edilmesi gerektiğinin altını çizen Güngör, “1 yaşın altındaki çocukların daha sık takip edilmesi gerekebilir. Kontrollerde muayenenin yanı sıra laboratuvar incelemeleri ve EEG’ler yapılmaktadır. Gerekirse böbrek ultrasonu, EKO veya kemik mineral dansite ölçümü yapılmaktadır. Gerekli olduğunda izlemde EEG kontrolü yapılarak ketojenik diyet etkinliği izlenmektedir” ifadelerini kullandı.
Kaynak : İHA
Ekleme Tarihi : 2023.07.17 16:13:47
Son Düzenlenme Tarihi :





Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden yenilikçi eğitim modeli

Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Semptom Temelli Eğitim Modeli hayata geçirildi. Türkiye’de bir ilk olan uygulama ile öğrenciler hastanın hekime başvuru şikayetleri, nedenleri üzerinden başlayarak tanı koyma sürecine doğru süren bir eğitim üzerinden eğitimlerini gerçek hayata uygun şekilde alacak. İlk derste senkop ile başvuran hastaya yaklaşım, ilgili öğretim üyeleri tarafından teorik dersler ardından farklı vaka örnekleri ile öğrencilere anlatıldı.
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi yenilikçi eğitim uygulamalarına bir yenisini daha ekledi. 2022-2023 eğitim öğretim yılı başında, tıp eğitim programının tümünde Ters Yüz Eğitim Modeline başlayan Tıp Fakültesi şimdi de Semptom Temelli Eğitim Modelini hayata geçirdi. Tıp Fakültesi öğrencileri için Semptom Temelli Eğitim Modelinin ilk dersi Atatürk Konferans Salonu’nda düzenlendi. Toplantıya Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Özlenen Özkan, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Murat Turhan, Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erol Gürpınar, Hastane Başhekimi Prof. Dr. Yıldıray Çete, Tıp Fakültesi öğretim üyeleri ve öğrenciler katıldı. Hastanın hekime başvuru şikayetleri üzerinden başlayarak tanı koyma sürecine doğru süren bir eğitimin hedeflendiği programın ilk dersinde senkop (bayılma) şikayetiyle başvuran hastaya yaklaşım, ilgili öğretim üyeleri tarafından farklı vaka örnekleri ile öğrencilere anlatıldı.

“Öncü misyonumuza yakışan bir eğitim modeli”
Uzun zaman hazırlıkları sürdürülen Semptom Temelli Eğitim Modeline başladıklarını söyleyen Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Özlenen Özkan, “Öncü misyonumuza yakışır bir şekilde Akdeniz Tıp Fakültesi olarak bu çerçevede bir eğitim modeli ile bir ilki daha hayata geçirmenin mutluluğunu yaşıyorum. Üniversitemize, ülkemize ve bilim camiasına hayırlı olsun” dedi. Nobel ödülü alabilecek işlere imza atacak hekimler yetiştirme hedeflerinin arkasında olduğunu söyleyen Rektör Özkan, “Hayal etmeden, inanmadan başarının mümkün olmadığını düşünüyorum. Bunun için değerli hocalarım, sevgili öğrencilerimiz, lütfen siz de benimle birlikte buna inanın. Geleceği değiştirecek işlere imza atacak isimler sizlerin arasından çıkacak. Sizlere güveniyorum” şeklinde konuştu.

“Değişime en hızlı adapte olan üniversitelerdeniz”
Akdeniz Üniversitesi’nin gelişen teknolojinin eğitime yansımalarına en hızlı adapte olan üniversitelerin başında geldiğini vurgulayan Rektör Prof. Dr. Özkan, “Bu çalışmalardan bir tanesi de bu yıl bir ilk olarak uygulamaya başladığımız Ters Yüz Eğitim modeli. Öğrencilerimiz derslerden önce bu videoları izleyerek derse hazır bir şekilde geliyor. Derste ise konuyla ilgili daha detaylı soru sorma ve konuyu pekiştirme imkânı buluyorlar. Öğrencilerimizden de bu konuda güzel geri dönüşler alıyoruz” dedi. Bu çalışmaların karşılığını şimdiden almaya başladıklarını ifade eden Rektör Özkan, uygulamaya başladıkları TUS Deneme Sınavının rüştünü ispat ettiğini ve deneme sınavlarında birinci ve ikinci olan öğrencilerinin, Türkiye genelinde de ilk 5’te yer aldığını söyledi. Hayata geçirdikleri tüm bu yenilikçi uygulamaların gelecekte mezunlara çok önemli katkıları olacaklarını belirten Rektör Özkan, “Bugün hayata geçirdiğimiz uygulama ile de semptomlar ve keşifler temelinde hastalıkları tanıyarak, tedavi etme becerilerini geliştirmenizi istiyoruz. Böylece klinik karar verme yeteneği kazanacaksınız. Ama bunun da ötesinde analitik ve eleştirel düşünme, problem çözme becerileriniz de gelişecek. Gerçekten heyecanlıyım. Çünkü bu değişimin çok sayıda yaşama dokunacağına inanıyorum” ifadelerini kullandı.

“En iyisi için çalışıyoruz”
Tıp eğitiminde öğrencilerin geri bildirimlerini çok önemsediklerini ifade eden Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Murat Turhan ise “Sizler bizim en çok değer verdiğiniz ürünlerimizsiniz. Sizler ne kadar iyi mezun olursanız, bizi ne kadar iyi temsil ederseniz biz de kendimizi o kadar değerli hissediyoruz. Sizlerin eğitiminde özellikle altıncı sınıfı bütün eksiklerin tamamlandığı, aynı zamanda sosyal hayatın güçlü geçtiği, hasta hekim ilişkisini yaşadığımız, gerçekten hekim olarak hissederek o özgüvenle sahaya çıkaracak, önemli bir kısmınızı da TUS’da başarılı olmasını sağlayacak bir ortam sağlamaya çalışıyoruz. Sizlerin görüşlerini önemsiyoruz. İyi bir doktor, Akdeniz Üniversitesi doktoru bu şekilde oluru iyileştirecek her türlü geri bildirimlere açığız ve bunları uygulamaya çalışıyoruz. Gönlümüz her zaman sizin yanınızda. Bu dönemde emeği geçen hocalarımıza, Tıp Eğitimi Ana Bilim Dalında olmasının avantajı ile beraber Tıp Fakültesi Dekanımıza ve bu konularda önümüzü açtığı ve her konuda destek olduğu için Rektör Hocamıza teşekkür ediyorum” dedi.

Türkiye’de ilk
Semptom Temelli Eğitim Modelinin Türkiye’de tıp fakültesinde ilk kez kullanılmaya başlayacağını belirten Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erol Gürpınar, “Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi olarak, 6 yıl boyunca iyi bir hekim olabilmeniz için yaklaşık 43 anabilim dalı 330 öğretim üyesiyle 352 farklı hastalığı size anlatmaya çalışıyoruz. Hastalıkların, ön tanı, tanı, tedavi, acil müdahale, koruma, izlem süreçleri gibi çok sayıda teorik ve pratik bilgiyi sizlere en iyi şekilde öğretiyoruz. Eğitim programımızın kalitesinden emininiz çünkü mezunlardan aldığımız geri bildirimler çok iyi, bizim mezunlarımız sahada çok başarılı. Ancak, mevcut eğitim programlarımızın en önemli eksiği, altı yıllık tıp eğitimi sürecinde gerçek hayatla bağlantıyı sizlere yeterince vermiyoruz. Meslek hayatınızda, hasta hastalıkla, örneğin ben akut apandisitim, enfarktüs geçiriyorum diye gelmiyor. Göğüs ağrısı ile karın ağrısı şikâyeti ile geliyor. Siz o şikâyetten, yaptığınız fizik muayene, tetkik gibi keşiflerden yola çıkarak 3. 4. 5. sınıfta öğrendiğiniz 352 hastalığı zihninizde birleştirip bir ayırıcı tanı süreci ile doğru tanıyı koymaya çalışıyorsunuz. Meslek hayatında bir süre sonra deneyimli hekimler dediğimiz, hasta daha kapıdan girer girmez postürüne, hareketlerine, rengine bakıp hastayı ilk görüşte bazı tanıları zihninizde eleyip tanıyı daha kolay bulabilen hekimler oluyorsunuz. Semptom Temelli Eğitim Modeli, en özet tanımı ile bu deneyimi sahada değil de Tıp Fakültesi eğitiminde sizlere kazandırmayı hedefleyen bir eğitim programıdır. Eğitimin, semptom ve başvuru nedeni ile başlayıp, bu soruna yol açan hastalıkların ilgili öğretim üyeleri tarafından sizlere aktarıldığı, ardından olgular üzerinde tartışma yaparak deneyiminizi geliştirmeyi, benzer şikayetle gelen bir hastada tanı tedavi sürecini daha başarılı bir şekilde yürütmenizi hedefleyen bir eğitim programıdır. Amerika’da Avrupa’da yaygınlığı giderek artan, ancak uygulanması oldukça zahmetli bir program. O nedenle ülkemizde henüz altı yıllık tıp eğitiminde başlamadı. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi olarak bu yıl bu programa ilk uygulamalar ile başlıyoruz” diye konuştu.

Bir semptom dört branşta ele alındı
Hastane Başhekimi Prof. Dr. Yıldıray Çete’nin moderatörlüğünü yaptığı panelde senkop (bayılma) semptomuna yol açan hastalıklar branşlar tarafından öğrencilere anlatıldı. Kardiyoloji Anabilim Dalı Prof. Dr. Umuttan Doğan, Nöroloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebru Apaydın Doğan, Acil Tıp Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aslıhan Yürüktümen Ünal, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Erdoğan önce teorik bir sunum ile senkopa yol açan hastalıkları öğrencilere anlattı. Panelin ikinci oturumunda ise öğretim üyeleri örnek olaylarla semptoma yaklaşım ve ayrıcı tanının yapılması sürecini interaktif şekilde öğrenciler ile birlikte tartışarak gerçekleştirdi. Bu oturumda, ilgili öğretim üyeleri gerçek hastaları üzerinden konuyu örneklendirerek daha görünür hale getirdiler. Prof. Dr. Umuttan Doğan sunum esnasında örnek bir hastasıyla telefonla canlı bağlantı yaparak hastanın hikayesini, şikayetlerini, tedavi sürecinde karşılaştığı olayları ve kat ettiği aşamaları öğrencilerle paylaşmasını istedi. Öğrenciler interaktif bir ortamda hastaya soru sorma imkanı buldu. Prof. Dr. Umuttan Doğan sonrasında öğrencilerle hasta hakkında değerlendirmelerde bulunarak doğru tanı koyma ve tedavi süreci hakkında fikir alışverişinde bulundu. Ders sonunda memnuniyetlerini dile getiren Tıp Fakültesi öğrencileri farklı branşların ortak değerlendirmesinin çok yararlı olduğunu, anlatılan konuda farklı sonuçlar çıkarabilecek seviyeye geldiklerini ifade ettiler.

Kaynak : İHA
Kaynak : İHA
Ekleme Tarihi : 2023.05.05 13:43:46
Son Düzenlenme Tarihi :